Nice öyküler yazılır şu sahilin sahipleri üzerine. Martısından köpeğine, çakıl taşlarından şemsiyesine, daha büyük taşlarından kumuna, sabahlayanından dalgasına. Sorsan hepsi 'Benim sahibi bu sahilin der'; sonunda sahil herkesin olur.
*
Bizler, martıların hepsini aynı görürüz. Birbirlerinden farkları yoktur. Bir yolu olsa konuşsalar- onların da bizleri aynı gördüğüne eminim. 'İnatçı, avına odaklanan, hırslı, iki ayakla yürüyen canlılar' diye tarif ederlerdi belki de. O sabahki kahkahaları ile çıkardı bir tanesi ve dalga geçerdi: “Ne kadar içten içe gülüyor bunlar, böyle mi gülünür?“ Kim bilir!
*
Kahverengi köpek de sahilin sahibi. Sabah yürüyüşlerinde eşlik ediyor insanlara. Sahilin az ilerisinde, sokaklarda kemençe çalan seksen yaşındaki amcanın evi yok, sahilde uyuyor. Kahverengi köpek, kemençeci evsiz amcanın başında nöbet tutuyor o uyurken. Karşılıksızca. Ne yazılır ki başka?
**
Hele o taşlar yok mu? Çakıl olanı, daha büyük olanı, bir şekle benzetilmeyeni. O sahildeki insanları izliyorlar, bir şeyler var mı söylemeye çalıştıkları diye. Şöyle diyecekler hevesli birileri gelse yanlarına: “Vardır bir dileğin senin, bak ben buradayım. Neyse yaz üstüme, fırlat beni denize! En azından denedim dersin.” Denemek diyor taş bile. Kırılmaz, paslanmaz, bozulmaz taş bile!
***
Sahilin sahibi kim şimdi? Biz mi, onlar mı? Zamanımız, dalgınlığımız, hüznümüz, dostluğumuz, arkasına birinci çoğul ekleyeceğimiz bir sürü isim aslında onlarla da ortak değil mi? Sözcükler sadece bizden yükseliyor diye mi?